Açe Sumatra Örnekliğinde Kürdistan Meselesinin Çözümü


Açe Sumatra Örnekliğinde Kürdistan Meselesinin Çözümü


Türkiye’deki Kürt sorununa benzer dünyanın birçok farklı coğrafyasında bölgesel bazda etnik temeli sorun ve problemler yaşanmaktadır.  Bu sorunlara çözüm bulmak amacıyla her ülke kendi, sosyo-ekonomik yapısına göre çözüm yollarına baş vurmuş ya da bu yolda bir çaba içerisine girmiştir.  İngiltere Kuzey İrlanda ile, İspanya Basklar ile, Sri Lanka Tamiller ile Filipin Mindanao  ile Güney Afrika’daki siyahiler ise beyazlar ile yaşadıkları problemlerini  uzun süren inişli ve çıkışlı müzakereler sonucunda belli bir çözüme kavuşturma iradesini gösterebilmişlerdir.

 Yukarıda ismini saydığımız problemli bölgelerin dışında Türkiye’deki Kürt sorunu ile birçok yönden benzerlik gösteren Endonezya’daki Açe sorunu ve Açe Özgürlük Hareketinin (GAM) durumu, Kürdistan sorunun çözümünde bize bir perspektif sunmakta ve deneyimleri bizim için bir örneklik teşkil etmektedir.
Endonezya tıpkı Türkiye gibi halkının çoğunluğu Müslüman olan bir devlet. Uzun yıllar askeri vesayet altında darbelerle ve totoliter rejimlerle enerjisini tüketmiş; laikliği, sekülerizmi ve batıcılığı kendisine rehber edinmiş bir devlet. Endonezya’daki laik sekuler rejimler,İslami değerlerin toplumda bir yaşam biçimi haline gelmemesi için yıllarca birçok baskı ve zorbalığa imza atmıştır. Fakat son yıllarda hem Endonezya’da baskıcı Suharto rejiminin gerilemesi  hem de Türkiye’de AKP’nin iktidara gelerek jakoben Kemalist rejimini geriletmesi her iki Müslüman ülkenin askerî vesayetlerini kırmaları, kısmen de olsa hukuk devletinin normlarını yerine getirmeleri neticesinde çözüm olanaklarının gelişmesine neden olmuştur.
Açeliler tıpkı Kürtler gibi kendilerini farklı bir etnik grup olarak görüyorlar ve Endonezya’da çoğunluğu ve gücü elinde bulunduran hakim etnik grup olan Cavalılar ile sadece ortak bir din ve vatanı paylaştıklarını dile getiriyorlar. Açe, Eyalet  sistemi  ile  yönetilen  Endonezya’nın  33  eyaletinden  biridir.  Ancak  Açe, ülkenin  bağımsızlık  yıllarından  başlayarak  Cumhuriyetin  kuruluşundaki  öncül  rolünden dolayı daima ayrıcalıklı bir bölge olmuştur. Özgürlük aşkı, sahip olduğu güçlü İslami ve kültürel yapısı sayesinde daha cumhuriyetin kuruluşu sırasında özerk yönetim hakkını elde etmiştir.   Ancak  Sukarno  ve  Suharto  dönemlerindeki  merkezileştirme çabaları sırasında özerkliği kaldırıldı. Endonezya’daki durumun tam tersine Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak 2000’lere  kadar Kemalist rejim Kürt diye bir halkı ve Kürdistan’ı hiçbir zaman tanımadı, her türlü ulusal ve kültürel hakları inkar edildi, statüye kesinlikle karşı çıktı ve Kürt halkının kendi kendini yönetme iradesini silah zoruyla bastırdı.
 Endonezya’nın  özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde tıpkı Kürtler gibi Açeliler de Cavalılarla birlikte iki kez Hollandalıların sömürüsüne, bir kez de Japonların istilâsına karşı omuz omuza vererek savaştılar. Açelilerin sömürge zamanında gösterdikleri özgürlük mücadelesi, onların daha sonra bağımsız olma hayallerini süslüyordu. Cavalılar, Açelilere bağımsızlık sonrası haklarının verileceği sözünü verseler de bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hollanda, 1945’li yıllarda en büyük sömürgesi olan Endonezya’dan ayrılırken Açe bölgesini de anakara Java’ya bağlıyordu. Bağımsızlığın ilk yıllarından itibaren ülkenin bürokratik, askerî, ekonomik ve sosyal katmanlarına Cavalıların hakim olması, Sukarno ile başlayan adaletsizliğin Suharto yönetiminde de devam etmesi 1976’da Açe Özgürlük Hareketi’nin (GAM) kurulmasına ve gelişmesine neden oldu.
Bilindiği gibi Kürtler de Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya geldikleri ilk günden itibaren  en zor zamanlarında din kardeşlerine destek olmuş, onları düşmanlarına karşı savunmuşlardır. Malazgirt’te Bizans’a,  Çaldıran’da  Sefavilere,  Çanakkale de İtilaf devletlerine ve son olarak da Kurtuluş Savaşında Yunan ve müttefiklerine karşı Türklerin safında ortak devlet ve ortak bir millet şuuruyla bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinde aktif olarak rol oynamışlardır. Fakat ne hazindir ki savaş bitip gücü ellerinde bulunduranlar emellerine kavuştuktan sonra  Kürtler, Türkler tarafından her seferinde ihanete uğratıldığı gibi bir daha ihanete uğrayarak insanlığın gördüğü en vahşi katliamlara ve kültürel soykırıma maruz kalmışlardır. Bu zulüm ve baskının neticesinde bir çok kıyam gerçekleşmiş, en son olarak PKK’nin silahlı mücadelesi  neticesinde Elli binden fazla insanın hayatını kaybetmesine ve Kürdistan’ın bir viraneye dönmesine neden olmuştur.
Açe bölgesi Endonezya’nın İkinci büyük petrol yataklarına, zengin doğal kaynaklara, önemli bir stratejilk  konuma ve güçlü İslami değerlere sahip bir coğrafyadır. Özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi boyunca İslam, Açeliler için en belirleyici unsur olmuştur. Sömürgeci devletler sahip oldukları silah üstünlüklerine rağmen bir türlü Açe’ye egemen olamamıştır. Direnişçi ruhları, bağımsızlık aşkı ve İslami değerlere olan bağlılıklar Uzak doğudaki birçok etnik kimliğe ve ezilen uluslara örneklik teşkil etmiştir.  Bu durum egemen güçlerin dikkatinden kaçmamış, Endonezya’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle Açe de bağımsızlık ilanında bulunmuş,  fakat  uluslararası  ortamda  bu  ilan  bir  kabul  görmemiştir.  Açe’de Endonezya Hükümeti’ne karşı girişilen karşı hareketlerin yoğunlaşması üzerine, Endonezya Hükümeti İslam hukukunun uygulanması için yapılan bu hareketleri yatıştırmak için 1959’da bölgeye “özel bölge ve e statüsü” tanımıştır. Böylece Açe içişlerinde geniş yetkileri haiz ve İslam hukukunun uygulandığı bir bölge olmuştur.
Kürtlerde, Ortadoğu’nun paylaşım savaşında sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, jeopolitik konumu ve mücadele ruhu ile tıpkı Açeliler gibi cezalandırılmalarına sebep olmuştur. Şeyh Mahmut Berzenci’nin, Barzan Şeyhlerinin, Kürdistan’daki ileri gelen ailelerin ve aydın sınıfının  İngiliz ve Fransız sömürgelerine karşı mücadeleleri Sömürgeci devletlerinin dikkatlerinde kaçmamış, Kurulacak bir büyük Kürdistan’ın çıkarlarını zedeleyeceği korku ve endişesi ile Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesini kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdir.
1959  yılında  Açe’ye  “özel  statü” verilmesiyle  Açe’deki  ayrılıkçı  hareket  sona  erdi.  Ancak  merkezi  hükümet,  özerklik konusunda  verilen  birçok  sözü  yerine  getirmedi .  Açe’nin güçlü ismi ve devrim öncülerinden olan Davud Beureueh, Cakarta hükümetinin kendisine yaptığı içişleri bakanlığı teklifini reddederek gelişmeleri izlemeye başladı. Beureueh, bu dönemde Cakarta siyasal yaşamında etkin rol alan MASYUMİ adlı siyasal İslamcı partiyle yakınlık kurdu. Masyumi’nin merkezî hükümetlerde önemli roller alması nedeniyle, Açe’de herhangi bir şiddet hareketine girişilmedi. 1952 yılında, merkezî hükümetin Açe’ye verilen sözü tutmayacağı anlaşıldığında, Açeli liderler Orta Cava’da başlayan DARU’L-İSLAM Hareketi ile temasa geçtiler. 1953 yılında Cakarta yönetiminin askerî birliklerini Açe’ye göndermesiyle, 19 Eylül 1953 tarihinde BEUREUEH ve AÇE ÂLİMLER KONSEYİ (PUSA), bir İslam beldesi olan Açe’de yeni cumhuriyetin ideolojisi olan beş ilkeden müteşekkil Panca Sila’yı tanımadıklarını ilan ederek Açe halkının ve bölgedeki askerî birliklerin desteği ile Açe’de İslam devleti ilan ederek mücadeleyi kırsalda sürdürmeye başladılar. Endonezya Hükümeti sert  tedbirlerle  Darul-İslam hareketini bastırdı. Ardından merkezi hükümet, Açe’de ekonomik ve sosyal özgürlüklere kısıtlamalar getirdi ve  bölgenin  hem  ekonomik gelişme hem de demokrasi yolunda geri kalmasına sebep oldu.  Açe halkı, 1970’lerde yeniden bağımsızlık için ayaklanan halk gerilla  savaşı  yürütebilmek için  Özgür  Açe Hareketi’ni  (GAM)  canlandırmıştır.
Burada önemli bir konuyu gündeme getirmekte yarar görmekteyim. Açe, Özgürlük ve kurtuluş mücadelesini yürütürken, Cavalıların çoğunluğunu oluşturduğu Endonezya’nın Müslüman halkı ve İslami hareketleri devamlı Açe’nin Özgürlük ve kurtuluş mücadelesini desteklemişlerdir. Açe’nin millet olmaktan kaynaklanan haklarının elde edilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır.  Endonezya’nın laik hükümetlerinin tepkisini ve gazabını üzerilerine çekmelerine rağmen Müslüman kardeşleri ile beraber Açe’de İslam hukukunun uygulanması, Açe’nin millet olmaktan kaynaklanan haklarının elde edilmesi, statülerini korumaları için bütün güçlerini seferber etmişlerdir.  Hem MASYUMİ partisi hem de DARU’L İSLAM HAREKETİ  Açe Özgürlük savaşçıları ile işbirliği yaparak Müslümanca bir tavır takınmışlardır. DARU’L İSLAM HAREKETİ’NİN Açe’ye yönelik ilgileri  hükümetin bu hareketi tavsiye etmeye yöneltmiştir.  
Açe’deki ulemanın ve İslami hareketin adilane tavrı maalesef Kürdistan’ın dört parçasında tam aksine bir hal almıştır. Bunun nedeninin genel olarak Kürt hareketlerinin laik, seküler bir temelde siyaset yapmalarından kaynaklanıyor gibi görünse de bu yorum tam olarak İslami kesimin tavrını açıklamaktan uzaktır. Türkiye’deki  İslami kesim yüzyılların oluşturduğu hafıza ile, Nizam-ı alem ülküsüyle, üç kıtaya hükmeden büyük millet kibri ile, fetihçi ve ilhakçı zihniyeti ile her daim Kürt halkının millet olmaktan kaynaklanan haklarının inkarına ve Kürt halkının asimülasyonuna hizmet etmiştir. Sahte kardeşlik hikayeleri ile, bin yıllık et tırnak demagojisi ile İslam,  ezilen mazlum  halkların uyutulmasına malzeme edilmiştir. Kürt coğrafyasında devletin resmi din anlayışı Kürt halkının aklını, vicdanını, beynini, zihnini uyuşturmuş ve işlemez hale getirmiştir. Sistem ve onun gönüllü hizmetkârlığını yapan bir kısım İslamcılar Müslüman Kürt halkının gündemini öyle suni meselelerle meşgul etmektedirler ki Kürt Müslümanlar kendi başlarında ki zulme ve haksızlığa kör olmuş, kulaklarını tıkamışlardır. Öyle ki ismini dahi bilmediği, yerini haritada gösteremeyeceği coğrafyalardakilerin gündemi ile meşgul duruma gelmişlerdir. Bu kesimlerin estirdiği yoğun propaganda bombardımanına öylesine kendilerini kaptırmışlardı ki Kürt olduklarını bile bir mahcubiyetle söylemektedirler. Kürdistan’daki İslami oluşum ve cemaatler bu kirli oyuna göstermek yerine onların değirmenine su taşımış, kendi halkına ihanet etmişlerdir.
Kürd İslamcılığı, tıpkı Filistin’deki, Moro’daki, Patani’deki ve Açe’deki ezilen Müslüman halklar gibi Kürdistan’ın kendisine has şartlarını,  Kürd halkının karakterini,  Kürdistan toplumunun ihtiyaçlarını ve önceliklerini belirlemek yerine toptancı bir mantıkla sorunu ele aldı. Oysa Kürdistan bir sömürge statüsünde bile değildi. Ülkesi işgal edilmiş, dört ayrı parçada insanlığın gördüğü en faşist uygulamalara maruz kalmış, Enfallerle, faili meçhul cinayetlerle, yerleşim yerlerinin boşaltılıp halkının yerinden yurdundan edilmesi ile, işkencenin, öldürülmenin, aşağılanmanın sıradan ve rutin bir uygulama haline gelmesi ile, bütün milli ve kültürel haklarının inkar edilmesi ile anılan bir coğrafya halini almıştır. Kürd halkı için hayati öneme haiz öncelikler, Müslüman Türkler için hiç de önem arz etmiyordu. Kürd halkı ile Türk halkının öncelikleri farklı idi. Türk’ün Farklı coğrafyalara emperyal bir ruhla ve Osmanlı bakiyesini sahiplenme ve kollanma refleksi, Kürd’ e ümmetçilik ruhu olarak aşılanıyor ve Kürd’ ü benliğinden kopartıyordu. Kürd, başka bir coğrafyanın mazlumlarına ağlayıp sızlanırken, kendi ülkesinde hem de ümmetin mensubu kardeşleri tarafından maruz kaldığı mezalime ve soykırıma, ırkçılık ve milliyetçilik yaftası yiyebilirim korkusu ve endişesi ile bir türlü tepki gösterme cesaretinde bulunamıyordu.  İslamcılar, Kürdistan toplumunun temel karakteristik özelliğini, toplumun demografik yapısını, sosyal dokusunu ve insanların din algısını doğru tespit edemediği için Kürd sorununa sağlıklı bir çözüm üretmede yetersiz kaldı. İslamcılar maalesef kendi İslami mücadele geleneğini oluşturamadı. Farklı coğrafyaların deneyimlerini Kürdistan’da uygulamaya çalışarak, ithal yöntemleri yanlış okuyup yorumlayarak yanlış sonuçlara varıldı.  Şartların doğru tahlil edilememesi ve sakat siyasal bakış açıları nedeniyle Kürdistan coğrafyasına özgü sağlıklı bir İslami hareket oluşturulamadı.
Halbuki Kürdistan’ın en büyük sorunu milli kimlik meselesidir. Fakat milli kimlik sorunu ve bir ülkeye aidiyet, İslami kesimin söylemlerinde bilinçli bir şekilde yok sayıldı, bu durum büyük bir kabahat olarak işlendi. Öyle ki bir vatana ait olmanın ya da belirli bir ülkeye atıfta bulunmanın, ümmete olan aidiyeti zayıflattığı ve onu tehdit ettiği söylendi. İslam’a olan bağlılığın yitirilmesine ve bu aidiyetin zayıflamasına neden olduğu düşünüldü.  Ümmet vurgusunun teorik yapı inşa edilirken bu denli abartılı bir şekilde önemsenmesi (Kürdistan’ın etnik özelliklerinin ihmal edilmesi) Kürdistan İslami hareketinin genellemeler içerisinde boğulmasına neden oldu.
Türkiye’de İslamcılar bilinçli bir şekilde ümmete olan aidiyeti coğrafyaya ya da ülkeye olan aidiyetin aleyhine bir koz olarak kullandı.  Ümmet ve ümmetçilik, bilinçli bir şekilde abartıldığından, dengeli bir yaklaşımın ve coğrafyamıza yönelik bir İslami yapılanmanın kurulup kökleşmedi.  Kürdistan’ı işgalleri altında bulunduran Arap, Türk ve İran İslamcıları ümmetçiliği Kürtlere karşı kullanarak Kürtlerin kendi haklarını talep etmelerini ümmetçilik kalkanı ile engellemeye çalıştılar. Ümmetçilik daha çok ezilen ve sömürülen halklar için uyutma ve uyuşturma görevi gördüğü için önemsendi.
Oysa İslami hareketin ümmetçi ve evrensel olması, mücadele vereceği coğrafyada bulunan insanların ve özellikle içinde doğup, büyüyüp geliştiği toplumun ve mensubu bulunduğu milletin sorunlarına duyarsız kalması anlamında değildir. Aksine İslami hareket, içinde doğup büyüdüğü, üzerinde mücadele verdiği coğrafyanın, toplumun ve halkın dertleriyle ilgilenmeye ve sorunlarını çözüme kavuşturmaya öncelik vermelidir. Yeryüzüne hak ve adalet getirme şiarı ile yola çıkan İslami hareketin kendi halkının ve içinde yaşadığı toplumun sorunlarına duyarsız kalması, halkına yapılan haksızlığa gözlerini ve kulaklarını kapaması düşünülemez. Bu konuda genelde Tüm İslamcıların, özelde ise Kürdistan İslamcılarının Endonezya Daru’l İslam Hareketinden ve Açe Özgürlük Hareketi (GAM)’nden ve bu hareketin efsanevi lideri Hasan di Tİro’dan öğreneceği çok şey vardır.
GAM’IN yeniden Açenin özgürlük ve kurtuluş savaşında rolünü oynaması ile ordu yoğun bir baskı uyguladı.  Açe’de 1972-2001 yılları arasında yaklaşık 14.000 kişi hayatını kaybetti, 150.000 kişi de mülteci duruma düştü. 1989’de başlayan Büyük Ayaklanma’nın ardından, bölge “Askeri Operasyon Bölgesi” (DOM) sayılmış ve sıkıyönetim ilan edilmiştir. Buna  rağmen  bölgede  sivil  kontrol  sağlanamamış  1998’de  ayaklanmalar yeniden şiddetlenmiştir. Bunun üzerine merkezi hükümet 1998 ve 1999’da Açe’ye askeri operasyonlar düzenlemiştir. Endonezya ayaklanmaları bastıramayınca 2000 yılında Açe’ye otonomi  teklif  etmiş,  fakat  GAM  bağımsızlıktan  başka  hiçbir  teklifi  kabul  etmeyeceğini açıklamıştır.
2002’de GAM ve Endonezya Hükümeti Cenevre’de yapılan görüşmelerde ateşkes ilan etmiş ve barış görüşmeleri yürütmek üzere anlaşmışlardır. Fakat  Ağustos  2002’de  eski  diktatör  Sukarno’nun  kızı,  Megavati  Sukarno  Putri’nin Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinden sonra GAM “yeni yönetim ile çalışmayacağını” ilan etmiş  ve  2003’de  Açe’te  Özel  Hal ilan  ederek,  askeri  operasyonlara  yeniden  başlamıştır. Açe’den onbinlerce kişi siyasal mülteci sıfatıyla Malezya, Avustralya,  Amerika,  Danimarka gibi çeşitli ülkelere göç etti. Bu dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri ile ilgili Endonezya Ulusal İnsan Hakları Komisyonu (Komnas HAM)’nda 1600 dosya açıldı. Özellikle  2004  yılında  Susilo  Bambang  Yudhoyono  ile  birlikte  ordunun  siyaset üzerindeki vesayetinin azaltılmasına yönelik bir değişim sürecinin başlamış olması bölgedeki merkezi baskının azalması yönünde bir işaret olarak algılandı. Öte yandan, 26 Aralık 2004 tarihinde Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem ve ardından oluşan tsunami felaketi hiç beklenmedik bir şekilde Açe için özgürlük yolunda pozitif sonuçlar doğurdu. İlk olarak Açe Özgürlük  Hareketi  ile  merkezi  hükümet arasında otuz yıla varan ve birçok sivil can kaybına sebep olan çatışmalar, 17 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki’de imzalanan Barış Anlaşması ile sonuçlanmıştır.
(Bu makaledeki bir kısım tarihi kronolojik bilgiler : Açe: Barış Kapısı, Yazarı: Adil Yurtkuran,  Yayına Hazırlık: İHH Araştırma Komisyonu kitabından alınmıştır.)
Irwandi Yusuf’u valiliğe taşıyan, GAM gerillalarının dağdan inmesini sağlayan, Açe’ye barış getiren anlaşma 15 Ağustos 2005’te Helsinki’de imzalandı. Endonezya hükümeti ile GAM’ın karşılıklı tavizlerine dayanan, ancak sonuç itibarıyla iki tarafı da memnun eden ve ciddi bir aksama olmaksızın uygulanıp hedefine ulaşan anlaşmanın en önemli maddeleri şunlardı:
“Derhal ateşkes ilan edilecek; GAM üç bin militanının silahlarının dört buçuk ay içinde teslim etmesi sağlanacak; bütün GAM mensupları için siyasi af çıkacak ve silahsızlanan GAM militanlarının evlerine dönmesine izin verilecek; Endonezya hükümeti GAM’la bağlantılı siyasi etkinlikleri nedeniyle cezaevinde tutulan mahkumları salıverecek; Açe’de Endonezya ordusuna mensup birliklerin hareketi sınırlanacak; Açeli kimliğine sahip partilerin ulusal siyasete katılımının önündeki engelin kalkması için Endonezya yasaları değiştirilecek; Açe’nin doğal kaynaklarının yüzde 70’inin bu bölgede kalması gözetilecek; savaş yıllarındaki ihlalleri araştıracak özel yetkili bir insan hakları mahkemesi kurulacak, Açe Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu oluşturulacak; Açe’nin kendi bayrağını, armasını ve ulusal marşını kullanmasına izin verilecek, ancak bölgenin maliye, savunma ve dış politikası tamamen Cakarta’daki merkezî hükümetin yönetiminde olacak; Avrupa Birliği ve Güney Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) adına iki yüzden fazla silahsız gözlemci barış sürecinin hayata geçirilmesini denetleyecek.” (Yasemin Çongar: Açe'liler konuşarak savaşı bitirdi)
Açe Barışı perspektifinden Kürdistan Sorununun çözümünde izlenecek yol:
Endonezya Devlet Başkanı olan Yudhoyono’nun sağkolu ve barış anlaşmasına uzanan süreçteki gizli müzakerelerin baş aktörü Devlet Başkanı Yardımcısı Jusuf Kalla’dan barışa giden yolu şu şekilde anlatmaktadır:
“Açe meselesiyle 2003’ten itibaren ilgilenmeye başladım. 2004’te Avrupa’ya gidip, GAM’ın ‘sürgündeki başbakan’ sıfatını taşıyan siyasi önderi Malik Mahmud’u aradım. Buluşamadık. Tsunami felaketinden sonra tekrar denedim. Avrupalı diplomatların yardımıyla, Ocak 2005’te bir toplantı düzenledim. Başkan’dan aldığım yetkiyle GAM’ın siyasi önderliği ile Endonezya devleti arasındaki ilk resmî müzakereyi o toplantıda gerçekleştirdim.”
Bu ilk toplantıya, GAM adına katılan Malik Mahmud, sekiz ay sonra Helsinki’de, Açe Barış Anlaşması’na yine GAM adına ve kısaca “önderlik” unvanıyla imza koyacaktı. Mahmud müzakereler için “ideal” isimdi. 1976’da savaş başlayınca yurtdışına çıkmış, eline silah almamış, GAM’ın kurduğu sürgündeki hükümeti temsilen siyaset yapmıştı. Barış anlaşması imzalandığında, Stockholm’de yaşamaktaydı ve hakkında yakalama emri olan Açe’ye otuz yıldır ayak basmamıştı.
Ancak Cakarta, Mahmud’un “ideal” görünse bile, “yetersiz” kalabileceğini de biliyordu. Avrupa’daki bir GAM liderinin söylediklerinin, Açe dağlarındaki gerillalar üzerinde etkili olabilmesi için, devlet gerekirse o gerillalara da seslenebilmeliydi.
Devlet Başkanı Yardımcısı Jusuf Kalla, barış sağlandıktan sonra bir gazetecinin, “Silahlı örgütle görüşmeyi nasıl göze aldınız” sorusunu cevaplarken, bu zor kararı da gayet sakin bir dille anlatacaktı:
“Ortada bir sorun varsa, doğrudan sorunun muhatabına gitmelisiniz. GAM’la sorunumuzu çözebilmek için, örgütün açık bir fikir ve misyon sahibi liderlerine gitmem gerektiğini biliyordum. Hep ‘en tepedeki lider kim’ diye sordum kendime ve onunla görüşmeye çalıştım. Malik Mahmud’u tanımazdım ama ona bizzat telefon ettim. Aynı nedenle, sahadaki GAM liderlerine de ulaşmayı denedim. Ben Helsinki’de siyasilerle müzakere yaparken, Sosyal İşler Bakan Yardımcısı Farid Husain’e yetki verip onu dağa, GAM komutanı Sofyan Dawood’la görüşmeye gönderdim. Çünkü savaşanların bu anlaşmaya uyacağını en baştan garantilemek istemiştim.” (Yasemin Çongar: Açe'liler konuşarak savaşı bitirdi)
Açe Sumatra Sorunundan Çıkarılacak Dersler:
1-Endonezya Hükümeti GAM ile barış masasına oturmak istediğinde samimi duygularla ve çözüme odaklanarak barış girişimlerinde bulunmuştur. Taraflar sürekli olarak çözüme yönelik umutlarını korudular, hem hükümetin ve ordunun içindeki unsurların hem de GAM’ın içindeki bağımsızlık yanlılarının barış bozmaya yönelik çabalarını boşa çıkardılar ve inadına barış dediler. Yani Hükümet ve GAM bütün olumsuzluklara rağmen barışın inşasında ve barışın canlı tutulmasında ısrar ettiler. Komploları boşa çıkardılar. Ne olursa olsun müzakerelerde ısrarcı oldular.
Türkiye’de durum tam tersine işlemektedir. Başta halk çözüm sürecini desteklemese de sonradan büyük bir destekte bulundular.  Ordu isteksizde olsa sürece takoz olmadı. Fakat hükümetin iktidarı koruma tutkusu ve PKK’nin Ortadoğu’daki konjonktürün etkisindeki güç zehirlemesi ve hükümet karşıtları ile geliştirdiği şaibeli ilişkiler barış sürecinin tıkanmasına ve çatışmaların yeniden alevlenmesine neden oldu. Türkiye’de barış bizzat barışı ısrarla vurgulayanların eli ile akamet uğratıldı.
2-Endonezya hükümeti sorunun nedenini daha da önemlisi sorunun kendisini kabul ederek doğrudan sorunun muhatabına veya muhataplarına  giderek hareketin lider kadrolarıyla ve silahlı unsurları ile görüşerek çözüme yönelik adımlar atmıştır.
Kürt sorunun çözümünde  Devlet, Öcalan’la görüşerek olumlu bir adım attı. Fakat görüşmelerin içeriğinin kamuoyundan saklanması, silahlı unsurların ve legal siyasi unsurların doğrudan değil de dolaylı bir şekilde muhatap alınması her zaman kafalarda soru işaretlerine neden oldu. Devlet Öcalan’la görüşüyor, Sonra HDP Öcalan’ın sözlerini Kandil ve Avrupa’ya götürüyordu. Devletin PKK ile  doğrudan görüşmemesi  veya işin yasal-siyasi boyutunu HDP ile veya diğer Kürt siyasal güçleri ile müzakere etmemesi  sorunların daha da içinden çıkılmaz hale gelmesine neden olmuştur. Son silahlı çatışmalar da büyük oranda bu tür görüşme trafiğinin karışıklığından kaynaklanmaktadır.
3-GAM  ve  Endonezya  merkezi  hükümeti  arasında  barış  sağlanması,  GAM’ın bağımsızlıktan vazgeçerek otonomiyi kabul etmesiyle Endonezya Hükümetinin de Açe’nin millet olmaktan kaynaklanan kimlik, statü, dini ve kültürel haklarını ve egemenliğini tanımasıyla gerçekleşmiştir.
Oysa Kürdistan sorunun çözümünde hem PKK tarafı hem de TC. tam olarak neyi veya neleri müzakere edeceği konusunda net değiller. PKK demokratik özerklik, öz yönetim gibi muğlak veya neye tekabül ettiği anlaşılmayan kavram kargaşasıyla konuşurken TC. kesinlikle statü, Kürtlerin millet olmaktan kaynaklanan haklarını tanımamaktadır. Bütün görüşme trafiği PKK’nin silah bırakması etrafında, güvenlik ve asayiş ekseninde veya kültürel haklar etrafından tartışılmak istenmesi ile çözümsüzlüğe davetiye çıkarılmaktadır.
4-Açe’de barış Endonezya yönetiminin, başta Açe olmak üzere, ülkenin önde gelen çeşitli etnik yapılarını ve taleplerini dikkate almadan başarılı olmanın mümkün olmadığını görmesiyle mümkün olmuştur.
Türkiye’de yıllarca süren imha, inkar ve asimilasyon politikalarından sonra Kürtler bir etnik halk olarak kabul edilmelerine rağmen bu etnik halkın başta egemenlik olmak üzere diğer siyasi ve kültürel hakları ve talepleri basit haklarla geçiştirilmeye çalışılmaktadır.
5-Açe’nin  özerk  bir  bölge  olarak  barış ve istikrara  kavuşması  başta  bölge  halkının özgürlüğe  olan  düşkünlüğünün,  merkezdeki  duyarlı  siyasal  güçlerin, İslami  kurumların ve  uluslararası kamuoyunun baskıları ile mümkün olmuştur.
Endonezya’da Açe’nin özgürlük ve kurtuluş mücadelesinde en büyük destekçi İslami kuruluşlar ve Müslüman halk olmasına rağmen Türkiye’deki İslami kesim laiklerle ve milliyetçi muhafazakar kesimlerle  geliştirdiği tek devlet, tek, millet, tek dil vb. kaygılarla sorunun çözüme yönelik adımlarında köstek olmuştur. Uluslar arası kamuoyu ise Türkiye ile çıkar eksenli ilişkilerden dolayı samimi davranmamakta ulusal çıkarlarını hak, adalet ve özgürlük taleplerinin üzerinde tutmaktadır.
6-Endonezya devleti 2005’teki görüşmelerde, 2000 ve 2001’deki görüşmelerden farklı bir şey yaparak önceki müzakerelerde Açelerle görüşmeye, hep çoğunluk olan Cavalıları gönderiyordu. Ancak 2005’te hükümetin görüşmeye gönderdiği temsilciler heyetinde, hiçbir Cavalı yoktu, hepsi ülkedeki farklı etnik gruplara mensup kişilerden seçilmişti. Bu, psikolojik olarak, dostane bir ortam yarattı.”
Türkiye’de bırakın toplumun farklı kesimlerini iktidar, muhalefet partilerini ve farklı siyasal görüşleri de bu süreçten uzak tutarak  bir karartma uygulamaktadır. Hükümete yakın siyasiler ve hükümet tarafından atanan bürokratlar dışında bu sorun hakkında kimse sağlıklı bir bilgiye sahip olamamıştır. Siyasiler de herkes gibi medyaya yansıyan bilgi kırıntıları ile gündemi takip etmektedir ki buda sıkıntılara sebep olmaktadır.
7-2005’teki başarının bir başka nedeni de devletin bu kez Açelere somut haklar vermiş olmasıydı: “Bu kez çok somut haklar verdiler. Açeliler’e bölgelerinde tam bir özerklik verileceği söylendi.” Endonezya devleti müzakerelerdeki sözünü yaşama geçirdi ve 2005’teki anlaşmada Açelilere birçok hakla birlikte, özerk bir yönetime sahip olma hakkı da getirdi.
Hükümet ve Öcalan birkaç yıl süren müzakerelerde, PKK’nın geleceği, silahsızlandırılması, eve dönüş, siyasi mahkumlar vb. meseleler dahil hiçbir somut projeyi açıkça konuşmadılar.
8-Endonezya’nın barış deneyiminde Kürt sorunun çözümünde çıkarılabilecek en önemli ders karşılıklı güvenin oluşmasıdır. Karşılıklı olarak birbirine güvenmeyen güçler barışı inşa edemez.
Oysa Türkiye’de ne PKK devlete güveniyordu ne de devlet PKK’ye. Devlet ateşkes döneminde kalekollar inşa ederek, yeni korucular alarak, modern silahları tedarik ederek bir hazırlık içerisine girerken, PKK şehirlerde silah yığınağı yaparak, YDG-H örgütlenmesine girerek barışa pek de inanmadığını gösteriyordu.
Newroz Meydanı’nda Öcalan’ın mektubunun okunması iyi bir başlangıç idi ama sadece başlangıçtı. Sorunun bir barışla taçlandırılmamasının nedeni tarafların aslında birbirine güvenmemesidir. Görüşmelerin gerçekleşmesi  barışın garantisi değildir. Aslında her iki taraf da daha büyük bir savaşa hazırlık için sadece zamana ihtiyaç duyuyordu ve müzakereleri de bu amaçla yapıyordu. Bu güvensizlik, haliyle savaşı yeniden tetikledi.
9-Endonezya hükümeti GAM’ın Silahlı unsurlarını sürece dahil etmeden barışın gerçekleşmeyeceğini anlamış bu nedenle de siyasi muhatapların yanında silahlı gücün liderlerini de barış sürecine dahil etmiştir. Türkiye’de PKK/KCK doğrudan sürece dahil edilmediğinden bütün görüşmeler ve ateşkes süreçleri çökmektedir. Dolayısı ile silahları ellerlinde bulunduranların sorunları  bizzat kendileri ile görüşülmeli ki sağlıklı bir sonuç alınabilsin. Elinde silah tutan adamlar ile bir masa etrafında cesurca  her şey konuşulmadan sürdürülebilir bir müzakere süreci yakalanamaz.
10-Açe’de barışın sağlanması ile her şey yolunda gidiyor görünse de şiddetle büyümüş gençlere ve eski devletin uygulamalarından kurtulamamış devlet yetkililerine tam anlamı ile hakim olmak kolay olmamıştır. Hem barış sürecinde hem de barıştan sonra birçok faili meçhul cinayet ve saldırı gerçekleşmiştir. Savaş bitse de düşmanlıklar kolay kolay bitmemektedir. Kalıcı barışın püf noktası müzakere masasından kimsenin yenilmiş ya da yenmiş hissederek kalkmamasıdır. Biri kazandığını, diğeri kaybettiğini hissederse, barış çok kısa sürer.
11-Açe sorununda çözüm irdaesinin ortaya çıktığı ilk günden itibaren uluslararası barış elçileri devrede bulunuyordu. AB’nin ve Filandiya’nın arabuluculuk yapması iki tarafın da elçiler üzerinde mutabakata varmaları barışı hızlandırmıştır. Oysa Türkiye yıllardır Kürt sorununu terör sorunu belleyerek ve bunu iç meselesi olduğunu söyleyerek uluslararası örgütleri uzak tuttu. Halbuki barış sürecinde uluslar arası gözlemciler yer alsaydı barış süreci bu kadar çabuk akamete uğramazdı.
12- Türkiye’de Kürt sorunun çözümü ya hamasi duygularla adaletten uzak halkların kardeşliği edebiyatı ile İslam kardeşliği söylemi yada cumhuriyet kültürünün inkarcı yalan siyaset ile çözülmeye çalışılmaktadır.  Açe sorununu çözerken,İnşallahlarla maşallahlarla yada hamasi kardeşlik söylemi ile çözmedi.
Çözüm iradesi, cesaret ve kararlılık gerektirmektedir. Barış, terörü kesinkes reddeden ama kalıcı barış için her yolu zorlayan siyasi çözüm ile eşit, adil bir irade ile gerçekleşir.
13-GAM mücadelesini verirken kendilerini “Farklıyız; ayrı olmak istiyoruz” cümlesi ile ifade etti. GAM, Açeliliğin “etnik, dilsel, kültürel, tarihî ve coğrafi olarak farklı bir kimlik teşkil ettiğini, buna karşın bu farklılığın hür ifadesinin yasaklandığını; Cakarta’daki rejimin ve Cava Adası halklarının Açelilere “yabancı” olduğunu; Cakarta ile Cava’nın Açe üzerindeki kültürel ve iktisadi sömürüsüne son verilmesi, bunun için de Açe’nin yeniden bağımsız olması gerektiğini” savundu.
Oysa Hem Türkiye hükümetleri bunu kabul etmekten uzak hem de PKK. Türkiyelilik üst kimliği, Halkların ve İslam kardeşliği söylemi, birlikte yaşam, Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi karmakarışık çözüm önerileri ve talepler de barışın ve çözümün önündeki en büyük engeldir. PKK’yı GAM’dan ayıran birçok özellikten biri de  tarih bilincidir. Açeliler, Kürtlerden farklı olarak, kendi devletlerinin hatırasını toplumsal hafızalarında saklayan, bugün hâlâ on beşinci yüzyıldan 1873’teki işgale dek ayakta kalmış o devlete ağıtlar yakan bir halk...
14- Barışın sihirli formülü:Nüfusun çoğunluğunu barışa ikna etmek ve uluslararası destektir. Asıl sorumluluk her zaman nüfusun çoğunluğunu oluşturan kesimlerindir. Eğer azınlığa hakları verilmezse azınlık şiddete başvurabilir. Barış görüşmelerinde çoğunluğun hükümeti çoğunluk ulusu, özellikle tabandaki insanları ikna etmelidir ve tüm süreç şeffaf olmalıdır."
Oysa Türkiye’de Türk devlet gururu ve Türk milletinin üstenci bakış açısı barışı zedelemektedir. Verilen en ufak bir hakkın bile minnet nişanesi olarak takdim edilmesi büyük problemlere neden olmaktadır. Türkiye’de barış ve huzurun sağlanması öncelikle Türk sorunun çözümü ile gerçekleşecektir.
15- Ulusal meselelerin çözümünde diyalog olmazsa savaşın devam edeceğini gören cesur liderlere ihtiyaç duyulmaktadır. Endonezya Açe sorununu Devlet Başkanı Yudhoyono ve sağkolu Devlet Başkanı Yardımcısı Jusuf gibi cesaret sahibi devlet adamları ile GAM’ın kahraman önderleri tarafından çözülmüştü.
16-Türkiye’de medyanın müzakereler konusunda kuşku ve güvensizlik pompalayan yayıncılığının da etkisiyle barışa demokratik yollarla ulaşma şansı kaçırılmıştır.  Barışa ulaşmanın yolu, bu anlayışın oturmasında medyanın oynayacağı olumlu rolü çok önemlidir. Medya süreci pozitif etkileyebilir ve yeni bir güven alanı inşa edebilir. Medya, barışın avantajlarını insanlara gösteren bir söylem geliştirirse, eğer sağlam kanıtlarla barışın ne getireceği anlatılırsa insanlar savaşı savunmaz hale gelir.
17- Devletin ve Kürtlerin kurumları barış konusunda tek bir yapı halinde hareket etmeli. Her iki taraftan da toplumun tüm kesimleri bu sürecin içine dahil edilmelidir. 
18 –Her iki taraf da taahhütlere uymalı, taraflar ödün vermeyi bilmelidir.
19- İki taraftan da bağımsız, barış sürecini izleyen bir gözlem sistemi kurulmalıdır.
20- Asıl olan hükümetin barışa demokratik bir yolla ulaşmak isteyip istemediğidir.
21- Kürt Sorunun çözümünün önündeki en önemli engellerden biri de, Türkiye'de sorunu çözmeye soyunan AKP’nin, rejimin kimliksel olarak dışlamış olduğu İslami kesimden geliyor olmasıdır. . Çözümü gerçekleştirmek isteyen aktörün kimliği ve niteliği Türkiye'de ilave bir sorunlar yumağı üretmiş durumdadır. Eğer aynı sorunu laik kesimden gelen CHP çözmeye kalkmış olsaydı hem devlet organları açısından hem de PKK açısından her şey çok daha kolay olacaktı. Kemalist kesim ve PKK Kürt meselesini çözen bir AK Parti'nin iktidar şansını uzatacağından ve devlete yerleşeceğinden korkmaktadır. Bu nedenle de bugün laik kesimin önemli bir kısmı içten içe savaşın yeniden başlamasından memnun görünmektedir.
Son Söz
Kurdistan sorunun çözümü her iki halkın ve onları temsil eden siyasi güçlerin samimi korkularına kulak vererek barışı başarmak için çaba sarf etmelerine bağlıdır. Bazen bu tür sorunlar yıllarca sürebilir, barış yok olmuş, bitmiş gibi de görünebilir.  Eğer barışa giden yolun kökü mevcutsa mutlaka bir gün barış geri dönecektir. Kürtler artık net olarak şunu görmeleri gerekir ki Şiddet Kurdistan halkına faydadan çok zarar getirmektedir. Kürtleri asıl özgürlüğe ulaştırılacak yol sivil ve siyasi bir mücadele ile mümkündür.

Not: Bu makale Öze Dönüş dergisinin 4. Sayısında yayınlanmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder